İşsizlik karşıdan “gel, gel, gel” demeye başladı

Yayınlama: 04.07.2023
A+
A-

Ulusal ekonomide birçok farklı parametre ve farklı konulara yoğunlaşıp rasyonel kurallarla ülkenin içinde bulunduğu darboğazı en az hasarla atlatmanın hesabı yapılırken aslında kitapta yazanın neler getireceğinin de farkındayız.

Mesela işsizliğin bize bir değnekçi edasıyla karşımızda bize ‘gel gel gel’ yaptığını görebilmek hiç de zor değil.

***

İşsizlik oranının düşük olduğu ya da ücretlerin yüksek olduğu ekonomilerde enflasyon artar.

Evet bazıları ilk kez duyuyor olabilir ama bu oldukça kabul gören bir kavram. Çünkü;

İstihdam artışı ya da yüksek ücretler piyasada likidite bolluğuna neden olacağı için kısa dönemde enflasyonist etkiler oluşur. İktisatçılar kısa dönem için işsizlik ve enflasyon arasında bir seçim yapmak zorundadır.

Buna Philips eğrisi de deniliyor.

Senaryo bir yerden tanıdık geldi değil mi?

İşte şimdi o kısa süre doldu. Ekonomi yönetiminde yaşanan kan değişimi ile birlikte başladığımız kitaba uygun politika beklentisi süreci Merkez Bankası’nın beklentinin altında kalan faiz artışı ile kendini belli etti. Muhtemelen yaz sonunda politika faizi olması gerektiği yere giderken piyasadaki bol para kendisini geri çekecek.

Döviz kuru piyasa fiyatını bulana kadar yukarı yönlü ivmesini sürdürecek. Merkez bankası parasal genişlemeyi azaltmak için hamle yapacak. Faizler her alanda artacak.

Ucuz finansman erişimi kalmadığı için harcamalarda tasarruf ve beraberinde düşen alım gücü nedeniyle sosyal hayattaki alışkanlıkların zorunlu olarak değişimini gözlemleyeceğiz.

‘Acı reçete’ yine en çok kıt kanaat geçinenlerin canını yakacak diye düşünürken bir bakacağız başta hizmet sektörü olmak üzere emek yoğun sektörlerde işten çıkarmalar ve küçülme haberleri gelecek.

Özsermayesi zayıf olan nice ‘büyük’ KOBİ tam tersi istikamette yol alıp kapısına kilit vuracak.

****

Ne güzel senaryo yazdım değil mi? Oysa bunları yaşadık biz.

Türkiye 1999 yılının sonunda ekonomik açıdan son derece karamsar bir görünüm içerisindeydi. Ekonomi %6.1 oranında küçülmüştü. Enflasyon %70’e ulaşmış, bütçe açıkları büyümüş, Hazine faizlerinin yıllık ortalama bileşik oranı %106’ya ulaşmıştı.

1999 deprem şokundan sonra Türkiye’nin dış ilişkilerinde gözlemlenen olumlu gelişmeler, ekonomi yönetimi konusunda yeni bir sürecin başlatılması için uygun bir ortam oluşturdu. Bu koşullar altında Türkiye, 1999 yılında IMF’nin stand-by desteği ile üç yıllık bir programı uygulamaya koyduğunu açıkladı. Enflasyonu Düşürme Programı olarak adlandırılan bu program, döviz kurunu nominal çapa olarak kullanan para ve kur politikasının yanı sıra çok sayıda yapısal düzenleme içeriyordu. Program, meyvelerini 2000 yılında vermeye başladı. Ülkeye sermaye girişleri çoğaldı ancak enflasyonda düşüş beklendiği kadar hızlı olmadı. Reel kur değerlenme eğilimine girdi. İthalatın hızla artması sonucunda dış açık kaygı verici boyutlarda büyümeye başladı.

Bu gelişmeler aktiflerinin önemli bir bölümü Hazine kağıtlarından oluşan bankaların likidite talebini arttırınca Kasım 2000 sonunda likidite sıkışıklığı had safhaya ulaştı.

Likidite krizi olarak da adlandırılan bu durum sonunda, Ekim’de %39 olan gecelik faiz Kasım ayında %95’e, Aralık ayında ise %183’e kadar çıktı.

Şubat 2001’de Başbakan’ın “devlet yönetiminde kriz var” açıklamasıyla birlikte mali piyasalarda panikle başlayan süreç, yerli parayı savunmak için gecelik faizlerin astronomik oranlara yükselmesine rağmen, yerleşiklerin yoğun döviz talebi nedeniyle Merkez Bankası’nın 5 milyar dolarlık döviz satışıyla sonuçlandı.

Kamu bankalarının likidite ihtiyacının karşılanamaması, ödemeler sistemini kilitleyecek boyutlara ulaştı. Banka sistemindeki büyük çöküşü önlemek için TL’nin yabancı para birimleri karşısındaki değeri dalgalanmaya bırakıldı. Bir gün önce 670 bin TL olan dolar 1 milyon TL’yi aştı. Bunun sonucunda yabancı bankalar vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlayınca 21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz %6200’e kadar çıktı.

Yapılan bu örtülü devalüasyon ile, TL’nin değeri %40 civarında düştü. Devletin borcu da 29 katrilyon TL arttı.

***

Bu ülke yaşadı bunları. 24 banka battı, yüzbinlerce kişi işsiz kaldı. Şimdi aynı senaryo yine baştan başladı.

Yine bir bir yaşayacağız bunlar. Çünkü piyasadaki bol para talebi karşılamamıza yetmiyor.

Bir ülkenin enflasyon sarmalından çıkmasının en önemli anahtarı;

Kendi parasıyla iç piyasadaki arz-talep dengesini sağlayacak üretim kapasitesine sahip olup fazlasını ihraç ederek kendi rezervini güçlendirmesidir.

Yani işin sırrı aslında üretim olmasına karşın biz hala yanlış yerde yanlış şeyler üretiyoruz.

Mesela artan et fiyatlarını konuşuyoruz ama hayvancıların yem maliyetini düşürmek için atılacak adımları konuşmuyoruz. Yemlik bitki üreticisini baş tacı yapmamız gerekirken üretmemeye teşvik ediyoruz.

Zeytinliğin yerine yapılan evin zeytinden daha çok kazandıracağı bir düzende üreticiyi üretimden çıkarıyoruz.

Buğday üreticisinin örnek veriyorum 10 TL olan maliyetine rağmen ithalat yapıp iç piyasaya 7 TL’den buğday sununca işin geçeceğini düşünüyoruz. Oysa o hamle ile çiftçileri üretimden çıkardıklarını görmüyoruz.

Sanayinin üretim için ihtiyacı olan hammaddeyi geliştirecek geri dönüşümcülere, kimyacılara destekten imtina etmenin nedeni nedir?

Ar-Ge konusunda teşvikin doğru yönlendirilmemesi de bu aksayan üretimin sebebi.

****

Sözün özü ‘acı reçete’ açıklandı. İzlediğimiz filmin bilmem kaçıncı tekrarı başladı.

Üretime doğru desteği sağlarsak azaltırız acımızı.

Yoksa biz de torunlarımıza anlatacağız ‘eskiden’ diye başlayan anıları….