Sabahın en erken saatleri. Bir kadının elinde iş elbiseleri olan poşet, kollarında yorgunluk, dizlerinde geçmeyen ağrı … Bir yanda paket yetiştiren motor kuryesi, diğer yanda römorkun arkasında biber kasalarının üstünde yol alan mevsimlik işçiler. Hepsi aynı saatte yola çıkıyor ama kimse birbirini görmüyor. Bu ülke, görünmeyenlerin sırtında günü doğuruyor.
Türkiye’de yaklaşık 32,5 milyon kişi aktif olarak çalışıyor ama bu kitlenin yaklaşık 9,5 milyonu kayıt dışı. Yani, her dört çalışandan biri görünmez: sigortasız, güvencesiz, adı istatistikte geçse bile hakları olmayan bir işçi. TÜİK’in bile açıklamaktan kaçındığı rakamlarla konuşursak, çalışan yoksulların oranı yüzde 15’i geçmiş durumda. Yani, işe gitmek artık yoksulluktan kurtulmanın değil, yoksulluğu sürdürmenin biçimi oldu.
“Kimler neden görünmüyor bu ülkede?” diye sorsan, cevap sessizliğin içinde kaybolur. Çünkü görünürlük bu topraklarda bir ayrıcalıktır. Bazı insanlar vitrindedir, bazıları ise vitrinin camını siler.
“Prekarya” (İngilizce: precariat) kavramı, ‘precarious’ (güvencesiz) sıfatı ile ‘proletariat’ (proletarya) isminin birleşiminden türetilmiş bir terimdir.
İlk kez 1980’li yıllarda Fransız sosyologlar tarafından kullanılmış ve o dönemde özellikle geçici ya da mevsimlik işçileri tanımlamak için ortaya atılmıştır.
Bugünse bu kavram, sadece kısa süreli çalışanları değil, modern dünyanın tüm güvencesizlerini kapsıyor: algoritmalarla denetlenen kuryeleri, sözleşmeli öğretmenleri, taşeron işçileri, çağrı merkezi çalışanlarını, “freelancer” diye adlandırılan görünmez beyaz yakalıları…
Guy Standing’in tanımıyla “prekarya” , yani sürekli belirsizlik içinde yaşayan, -geçici işlerde çalışan, sosyal haklardan mahrum bir sınıf- artık sadece sosyoloji kitaplarının konusu değil. Türkiye’de bu kelimeyi bilmeyen milyonlarca insan, onun tam ortasında yaşıyor.
DİSK-AR’ın 2024 verilerine göre, her 10 işçiden yaklaşık 3’ü kayıt dışı. Yani sosyal güvencesiz,işten atılma korkusuyla yaşayan, fazla mesai ücretini alamayan, izin kullanamayan, yarın işe çağrılıp çağrılmayacağını bilmeyen bir kitle… Bir kısmı beyaz yakalı, bir kısmı mavi, bir kısmı ne renk belli olmayan, “serbest çalışan” görünümlü yeni işçiler.
Bir örnek: Çağrı merkezinde çalışan 26 yaşındaki Elif, günde 10 saat konuşuyor. Dakikası ölçülüyor, molası sayılıyor, performansı algoritma tarafından değerlendiriliyor. Ama o hâlâ “ofis çalışanı” olarak geçiyor. Bir başka örnek: Paket başına çalışan motor kuryeler. Türkiye’de şu anda yaklaşık 1 milyon kurye var. Bunların önemli bir kısmı sigortasız, üçte biri kendi motoruyla, kendi yakıtıyla, kendi ölüm riskini taşıyarak çalışıyor. Bu insanlara “bağımsız çalışan” deniyor ama tek bağımsız oldukları şey, öldüklerinde kimsenin sorumlu olmaması.
Ve tarım… Türkiye’nin tarlalarında çalışan yüzbinlerle ifade edilen mevsimlik tarım işçisi var. Çoğu kadın. Çoğu göçmen. Çoğu çocuklarını geride bırakmış. Tarlada sabah 5’te başlayan mesai, akşamın karanlığında çadırda bitiyor. Bunlar da görünmez. Çünkü şehirde yaşayanlar, o emeği artık sadece paketlerde görüyor; arkasındaki insanı değil.
Güvencesizlik sadece iş biçimi değil, bir hayat biçimi haline geldi. Kira, sağlık, eğitim, ulaşım… her şey belirsizlikle birlikte yaşanıyor. Bu belirsizlik, toplumsal depresyonun da kaynağı. Her gün yüzbinlerce insan “bugünlük” yaşıyor. Yarın yok.
Yoksulluk artık bir sonuç değil; bir sistem biçimi. Kapitalizm bu çağda artık krizlerden değil, yoksulluktan besleniyor.
ENAG verilerine göre 2025 yılı itibarıyla gerçek enflasyon yüzde 63,2. Yani her şey iki katına çıkarken, maaşlar aynı kalıyor. Bir asgari ücretli, maaşının yüzde 60’ını kiraya, yüzde 25’ini gıdaya harcıyor. Kalanla ise yaşamıyor, sürünüyor.
TÜRK-İŞ’in “açlık sınırı” verilerine göre, dört kişilik bir ailenin yalnızca sağlıklı beslenebilmesi için gereken tutar 28.412 TL. Ama asgari ücret hâlâ 22.104 TL civarında. Yani devletin kendisi resmen, “çalışan yoksul” statüsünü resmileştirmiş durumda.
Yoksulluk, sadece cebindeki para değil; insanın özsaygısına açılmış bir hendek. İnsanları değersizleştiriyor. Bir annenin çocuğuna sabah kahvaltısında “bugün peynir yok” demesi, sadece ekonomik bir eksiklik değil, toplumsal bir travmadır. O annenin kendine duyduğu değeri, sistemin eliyle törpülüyor.
Kent yoksulluğu da derinleşiyor. Eskiden yoksulluk kırsaldı. Şimdi metropolün göbeğinde. Bir AVM’nin asansörünü temizleyen işçi, asansörün taşıdığı dünyaya yabancı. Bir kafede garson, o kafede oturanların konuştuğu dili anlamıyor artık: fiyatlar, tatiller, markalar, hisse senetleri… Yoksulluk sadece gelir farkı değil; dil farkı, dünya farkı, insan farkı.
Kadın emeği, bu ülkede istatistiklerin bile utandığı bir konu. Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı hâlâ %36,9 civarında. AB ortalaması %67. Ama işgücüne katılan her üç kadından biri kayıt dışı çalışıyor.
Evde bakım yapan, gündelik temizliğe giden, hasta bakıcılığı yapan kadınlar… Hepsi ekonomiye katkı sağlıyor ama hiçbiri ekonomik sistemin parçası sayılmıyor. Bir kısmı işvereni tarafından “yardımcı kadın” diye tanımlanıyor. Ne maaş bordrosu var, ne sigortası, ne de güvencesi. Ama onların emeği olmasa, üst sınıfın hayatı bir günde durur.
Yoksulluk cinsiyetlidir. Kadın, sadece daha az kazanmaz; daha çok susar. Kadın, sadece daha çok çalışmaz; daha az görünür.
Ve işte bu yüzden “kadın emeği” meselesi sadece feminist değil, aynı zamanda sınıfsal bir mücadele konusudur.
Adı Rahmi.
48 yaşında. Yenişehir’de mevsimlik tarım işçilerinin çadır kentinde yaşıyor.
Üç çocuğu, eşi ve yaşlı annesiyle birlikte gelmişler Maraş’tan.
Altı ay burada kalacaklar; sonra Adana’ya portakala gidecekler.
Bir yerden diğerine taşınan bir hayat… ama hiçbir yere ait olmayan bir yaşam.
Evi kira.
Bugüne kadar yalnızca 400 gün SGK primi ödenmiş.
Emekli olması mümkün değil.
Devlet hastanesinde para ile tedavi görüyor, çünkü hiçbir sosyal güvencesi yok.
“Geçici işçi” deniyor ona ama geçici olan tek şey mevsim; yoksulluk hep kalıyor.
Çocuklarını soruyorum.
“Okuyorlar mı?” diyorum.
Bir an yüzü düşüyor, sonra başını yana çeviriyor:
“Söylüyoruz ama gitmiyorlar,” diyor.
Ama gerçeklerin öyle olmadığını ikimiz de biliyoruz.
Gitmiyorlar değil, gidemiyorlar.
Çünkü sabahın beşinde tarlada olmaları gerek.
En büyüğü 15 yaşında, kardeşlerine bakacak, güneş doğmadan römorkun tepesinde tarlaya yola düşecek; elinde kitap değil, çapa olacak..
Okuyup da ne olacak zaten.Babasından miras kalacak; yoksulluk çaresizlik…
“Ustam geldi, sırtıma vurdu, unut dedi romanları,
İşçisin sen işçi kal giy dedi tulumları.”
— Cem Karaca
Yıllarca “işçi sınıfı” dendiğinde akla gelen görüntü, fabrikada, atölye de tulum giyen erkekti. Ama artık o tanım yıkıldı. Artık işçi sınıfı, laptop başında çalışan freelance çevirmen, gece vardiyasındaki güvenlik görevlisi, okulda sözleşmeli öğretmen, sabah 7’de minibüs bekleyen temizlik işçisi.
Yani sınıfın biçimi değişti ama özü aynı: Emeğiyle geçinen herkes, aynı zincirin halkası.
Bu halkalar birbirine dokunmadıkça zincir tamamlanmıyor. Ve işte en büyük kriz burada: Güvencesizler birbirini tanımıyor, bir araya gelemiyor. Her biri yalnız. Ve yalnızlık, sermayenin en güçlü silahıdır.
Bourdieu der ki, “Yoksulların en büyük yenilgisi, yalnız olduklarına inanmalarıdır.” Bugün tam olarak oradayız. Bir toplum, ortak yoksulluğunu fark etmediği sürece, değişim mümkün değildir.
Bir başka yerde, şehirde bir çocuk sabah 6’da okula değil, tamirciye gidiyor.
Bir diğeri fabrika atölyesinde staj adı altında bedava çalışıyor.
Bir başkası, koltuğun bile lüks sayıldığı zincir markette kasaya bakıyor; 18 yaşında ama “tam zamanlı.”
Erkek olursa kurye, kız olursa kasiyer olsun; memleketin gençlik politikası bu kadar.
Hayal kurmaya gerek yok, vardiya çizelgesi çoktan hazırlanmış.
Yeni kuşak, artık okuyarak değil, çalışarak büyüyor.
Devletin ve sermayenin el birliğiyle kurduğu yeni düzen, “genç emeği” diye bir kategori yarattı.
Okul, işin ön hazırlığına dönüştü.
Fabrikanın gölgesinde açılan “mesleki eğitim merkezleri” artık üretim bandının bir parçası.
“Esnek çalışma” onlara özgürlük gibi pazarlanıyor; oysa özgürleşen tek şey işverenin maliyeti.
Ders saatleriyle vardiyalar çakışıyor, “staj” denilerek ücret ve sigorta öteleniyor, çocuk işçiliği ve emeği “tecrübe” diye meşrulaştırılıyor. Gençler, okul defterini bırakıp vardiya çizelgesi tutuyor; sonra bir gün, “okuldan mezun olmuş” sayılıyor.
Rakamlar da hikâyeyi doğruluyor:
Türkiye’de 18-24 yaş grubundaki gençlerin %32’si ne okuyor ne çalışıyor.
Bu oran Türkiye’yi Güney Afrika’nın bile arkasına itiyor.
Genç kadınların %42’si kariyer fırsatlarından tamamen dışlanmış durumda.
Üniversite mezunu işsizlik oranı, genel işsizlik oranının üstünde — Türkiye bu alanda tek ülke.
Eğitime ayrılan kamu payı 2018’de %12,9’du; bugün %10’lara düştü.
Yani devlet, eğitimi bir hak olmaktan çıkarıp maliyet kalemi yaptı.
Üniversiteler hayal fabrikası değil, işsizlik öncesi bekleme odası.
Kiminin elinde diploma, kiminin elinde tornavida; ikisi de aynı soruyu soruyor:
“Okuduk da ne oldu?”
Bir ülkenin ekonomisi güvencesizliğe dayanıyorsa, onun demokrasisi de mevsimliktir. Türkiye’de demokrasinin en kırılgan olduğu anlar, yoksulluğun en derinleştiği dönemlerle çakışıyor.
Yoksulun oyu, artık bir hak değil, bir hayatta kalma stratejisi haline geldi. “Bir torba kömür”, “bir koli makarna” politikası, aslında görünmezlerin zincirini sıkılaştıran yeni bir denetim biçimi. Yani yoksulluk sadece ekonomik değil, politik bir araç. Yoksul susturuluyor, çünkü açlık en güçlü sansürdür.
Ve burada muhalefet de, sendikalar da, sivil toplum da aynı sınavdan geçiyor: Görünmeyenleri görünür kılma cesareti. Yoksulluk artık “yardım kampanyalarıyla” değil, adalet politikasıyla aşılabilir. Bir ülke ancak emekçinin emeğini kutsadığı oranda özgürdür.
Biraz da rakamların diliyle konuşalım. Çünkü bazen rakamlar duygulardan daha gürültülüdür.
Türkiye’de çalışan nüfusun %62’si borçlu.
Her dört çalışandan biri ikinci işte çalışıyor.
Genç işsizliği %16’ya ulaştı.
Kayıt dışı çalışan kadın oranı bilinmiyor ama çok yüksek oranlarda.
TÜİK’e göre kişi başı ortalama gelir 12.000 dolar ama ortanca gelir 6.200 dolar. Bu da demek oluyor ki, ülke zenginleşmiyor; zenginler daha zenginleşiyor.
Bu rakamlar, sadece ekonomi sayfasında yer almıyor. Bir babanın uykusuzluğunda, bir çocuğun kantin sırasındaki suskunluğunda, bir annenin pazar torbasında yaşıyor.
Yoksulluk sadece cebi değil, zihni de yoksullaştırır. İnsan kendini değersiz hissettiğinde, geleceğini de değersiz görür. Güvencesiz işlerde çalışan milyonlar, artık plan yapmıyor. Bir ay sonra ne olacağını bilmediği için, “gelecek” kelimesi anlamını yitiriyor.
Psikiyatri Derneği’nin 2024 raporuna göre, çalışanların yaklaşık üçte biri depresyon riski altında. Bu oranın en yüksek olduğu gruplar: kuryeler, çağrı merkezi çalışanları ve temizlik işçileri. Yani üretim çarkını döndüren kitle, ruhsal olarak tükenmiş durumda.
Sistemin en ironik yanı şu: Tükenen insanlar, hala sistemin çarkını döndürmekle meşgul. Yani hem çarkın dişlisiyiz, hem yağlayıcısı.
Yoksulluğu konuşmak, bazen umutsuzluğu büyütmek gibi görünür. Ama hayır. Asıl umutsuzluk, konuşmamaktır. Çünkü görünmezliği kırmanın ilk adımı, onu dile getirmektir.
Bugün Türkiye’de yüzlerce küçük inisiyatif, görünmeyenlerin sesi oluyor:
Kadın kooperatifleri,
Dayanışma ağları,
Sendikal platformlar,
Mahalle dayanışmaları…
Bu yapılar yeterli mi? Hayır.
Ama her biri, dayanışmanın filizlendiği küçük adacıklar.
Sadece yardım değil, emeğin onurunu ve dayanışmanın inancını taşıyorlar.
Yardım dağıtmak geçicidir; birlikte direnmek kalıcıdır.
Yoksulluğun, güvencesizliğin ve görünmezliğin ortak bir kader gibi yaşandığı bu çağda, mücadelenin de ortak bir dili olmalı.
Birleşik mücadele, sadece aynı sloganı atmak değildir; aynı gerçeği farklı yerlerden görebilmektir. Bir kuryenin yağmurda, karda paket yetiştirirken donan parmaklarında; bir sözleşmeli öğretmenin kesilen maaşında, bir tarım işçisinin çatlamış ellerinde aynı adaletsizliği tanımaktır.
Birleşik mücadele, kimliğin ya da mesleğin değil, emeğin birleştirici gücünün çevresinde kenetlenmektir.
Sendikaların, kadın örgütlerinin, çevre hareketlerinin ve gençlik inisiyatiflerinin birbirinden kopuk değil, birbirine yaslanan bir hattı kurabilmesi gerekir. Çünkü tek başına hiçbir mücadele kazanılmaz; ancak yan yana durulduğunda görünmezlik kırılır.
Ne yapabiliriz?
Her yerde küçük ama anlamlı adımlar atabiliriz:
aynı mahalledeki işçilerin ortak sofrasını kurmak, dayanışma ağlarını genişletmek, sosyal medyada “görünmeyenlerin” hikâyelerini paylaşmak, farklı alanların mücadelesini birbirine dokundurmak.
Birleşik mücadele, sadece politik bir hedef değil; bir yaşam biçimi, bir dayanışma kültürüdür.
Çünkü tek başına hiçbir ses yankı yapmaz. Ama yan yana gelince, o ses bir topluma dönüşür.
Birleşik mücadele, işte o yankının adı olabilir.
Görünmeyenler, artık görünmeye başladı. Ama hâlâ yeterince değil. Çünkü onları gören gözler, çoğu zaman bir “acıma refleksiyle” bakıyor. Halbuki acımak değil, anlamak gerekir. Anlamak, eşitlik duygusunun ilk adımıdır.
Bu ülkenin işçisi, kadını, genci, kuryesi, öğretmeni… Hepsi aynı zincirin farklı halkaları. Ve zincir, sadece birlikte kopar.
Yoksulluk kader değil, örgütsüzlüğün adıdır. Bir ülke, en sessizinin sesini duyabildiği gün gerçekten demokratik olur.
ERKAN ERDEM