Sınırsız ilerlemeye karşı yaşasın durup dinlenme hürriyeti

Yayınlama: 25.12.2022
A+
A-

“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor. Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”

Bu metin, Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” adlı makalesinin 9. kısmında yer alır. Rivayet odur ki Benjamin’in hayatı boyunca aldığı tek resim ‘Angelus Novus’ yani ‘Yeni Melek’tir ve her nereye giderse gitsin yanından ayırmamıştır.

Ben bu resmin bir nüshasını yanımda taşımıyorum. Ama Angelus Novus’un dehşetle açılmış gözlerini sürekli bir yerlerde, birilerini izlerken görmem mümkün.

***

Modernizmin sürekli ilerleme, sürekli gelişme, yeni şeyler öğrenme, durup dinlenmeme anlatısı yıllardır süregelen bir gerçek. Yemek yaparken sesli kitap oku, yürürken maillerini kontrol et, iş dışı vaktini verimli kullan, arkadaşlarınla verimli vakit geçir diyen gür sesin nefesini ensemizde hissetmemek olanaksız.

Bütün dünyanın daha ne olduğunu anlamadığı ve uzun bir süre de anlayamayacağı aşikar olan Covid-19 salgının ilk günlerinde dahi bu ses tıpkı bir vicdan azabı gibi karşımıza oturup, sevimli bir yüz ifadesi ama aba altından sopa gösteren tavrıyla kanatlarımızı rüzgarın kudretine karşı serbest bırakmamızı emretti.

Öyle ki ölüm korkusu tül bir örtü gibi bütün dünyanın üzerine kapanmışken, birileri bir yerlerde kişisel gelişim sertifikalarını hazine avcısı gibi toplamaya devam ediyordu. Yoksa pandemi sonrası değişecek dünya düzenine Allah muhafaza nasıl ayak uydurabilirlerdi?

İnsani olan her şeyin maddeleştiği, insanın bozuk para gibi bir yerlerde biriktirilebildiği düzende, insanın “değerli” vakti de elbette ki hesaplanabilir, kontrol edilebilir ve verimlileştirilebilirdi.

Sürekli ilerlemek, yeni diller öğrenmek, neden yapmak zorunda olduğunu anlamadığı hobiler edinmek, aynı anda iki işi yapabilmek, kendi istedi diye değil öyle olmak zorunda olduğu için yeni yerler keşfetmek ve en önemlisi bütün bunları yapabilmek için işten kalan sınırlı tatil günlerinde vakitlice uyuyup vakitlice uyanabilmek…

Ve elbette ilerlemenin vazgeçilmez koşulu yarışma… Sürekli yeni ortaya çıkan rakiplere karşı amansız bir galibiyet savaşına girmek, pozisyon kapmak, en çok çalışan övgülerine mazhar olmak, basit bir ‘günaydın’ın altına türlü çekişmeler sığdırmak, tüm samimiyetinle(!) öğle arasında beraber kahve yudumladığın arkadaşının yükselen kariyerine habis bakışlar atmak ve ne olur ne olmaz diyerek hem sevdiğimiz hem de ismini yeni duyduğumuz insanları aynı “network” denilen insan kumbaralarında biriktirmek…

İçinde birikenleri toplamak için aklımıza geldiğinde kapağını aça aça yalama yaptığımız insan kumbaralarında bulacağımız şey yalnızca beklemekten buruşmuş, selamsızlıktan kurumuş insan ilişkileri olacaktır. Ve elbette biz birilerini o kumbaralarda biriktirirken, kendimizin de başka insan kumbaralarında birikiyor olduğumuzu unutmamak gerek.

***

Adına ilerleme dediğimiz fırtınanın bizi getireceği yeri Gülten Akın iki dizeyle şöyle özet geçti: “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya”

Cennet’ten kopup gelen rüzgarın ‘yeni insan’ı önüne katıp sürüklediği, ardında kalan kendi bireysel tarihinin enkazına bakmak için bir an bile boşluk bırakmadığı hayat tam da budur. Rüzgarın nefesi kesilince, bulunduğumuz noktadan dengesiz bir düşüşle çakılacağımız yerde, kanatlarımızı şöyle bir silkeleyeceğiz. Tıpkı dünyaya ilk defa gelmişiz gibi distopik mekanları andıran varış noktamızı süzeceğiz. Orada göreceğimiz tek şey bir bütün halinde insanların, anıların, acıların, sevinçlerin ve bize ait olan her şeyin altında kaldığı kendi hayatımızın enkazı olacak.

Hayatımız rüzgara kapılalım yahut kapılmayalım enkazlara gebe. Bu enkazlardan en az hasarla sıyrılmanın yolu, esen rüzgara karşı koyamayan kanatları kapatmak ve olay mahalinde biraz daha kalmak, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek, durup dinlenmek ve yıkıntılar arasında sesimizi duyan hatıraları çekip çıkarabilmek.

Angelus Novus’un dehşete açılan gözlerinde bizim göreceğimiz şey, kendi hikayemizdir.

Bütün bunlara rağmen yine de yaşasın boş gözlerle duvarları izleyebilme, ‘verimsiz’ vakit geçirebilme, en sevilen alışkanlığın uyumak olması hürriyeti… Yaşasın kişisel gelişememe kabiliyeti… Yaşasın durup dinlenebilme, ince şeyleri anlayabilme hürriyeti…