Daron Acemoğlu veya yeni kurumsal iktisat dedikleri

Yayınlama: 14.12.2022
A+
A-

CHP “İkinci Yüzyıl’a Çağrı Buluşması’nı” tamamladı. İncelenecek çok şey var fakat, çok anlamadığım ama bir o kadar da muhtemel iktidar değişiminde karşılaşacağımız politikalar açısından önemli olan, Acemoğlu’nun iktisat anlayışına dair bildiklerimi konuşmak istiyorum.

Acemoğlu’nu uluslararası “önemli” bir iktisatçı olmasından ve onu takiben argümanlar üreten liberallerden biliyoruz. Bir de bir ara Ermenistan’a ekonomi danışmanlığı yapmıştı. CHP’nin kongresinde Acemoğlu da sunum yaptı ve Kılıçdaroğlu yeni ekonomi kadrosunda onun da görev alacağını duyurdu. CHP’nin vizyonuyla oldukça örtüşen bir iktisat anlayışına sahip olan Acemoğlu, kurumlar ile ekonomi arasındaki doğrudan bağa vurgu yapıyor. Ona göre iyi bir ekonomi düzgün işleyen ve köklü kurumlardan geçiyor.

Acemoğlu’nun Ulusların Düşüşü kitabı, Meksika ve ABD sınırında olan iki kent arasında analojiyle başlar. Acemoğlu Amerika Birleşik Devletleri’yle Latin Amerika arasında karşılaştırmalar yapar.

Latin Amerika’nın Avrupalı sömürgecilerin feodal unsurlarını barındırdığını, güçlü devlet mekanizmalarına, girişimciliğe ve kurumsallaşmaya imkân vermeyen; parçalı egemenliklerin sömürgeciler tarafından sürdürüldüğüne dikkat çekiliyor. Latin Amerika’nın zengin doğal kaynaklarına dayandırılan, bir tür coğrafi seçilimle “yağma” ekonomisinin Latin Amerika topraklarında geliştiğinden, bu yolla burası yatırım değil yağmanın, değer üretiminin değil sömürü ekonomisinin geliştiği bir coğrafya olmuştur, diyor Acemoğlu. Latin Amerika’nın bu yapısı, onları köleleştirilmesine ve sömürülmesine uygun ortam hazırlamış.

ABD topraklarında ne sömürülecek ne de itaat altına alınabilecek yoğun bir nüfus vardı. Bundan dolayı ABD’nin inşası biraz da İngiliz devletinin süreçten öğrenerek bu toprakları özgür Avrupalılara açmasıyla sonuçlanmış. İngiliz özel şirketine devredilen bu topraklar, özgür Avrupalılara toprak ve feodal devletlerde -localara/ahilere bağlı olduğu için- rastlanmayan özgür meslek ve siyasal katılım sağlıyordu. Böylelikle kamusallık canlandırılıyor, girişimcilik ve özel mülkiyetin bu denli güçlenmesi ve herkesin mülk sahibi olabileceği kanısı doğuyordu.

Meksika’daki yeni sermaye sahipleriyle ve ABD’deki yeni sermaye sahipleri arasında bir karşılaştırmaya yer veriyor metin. Bu karşılaştırma pekala Türkiye ve ABD arasında da yapılabilir. Meksika Başkanı bugün dünyanın en zenginleri arasında yer alıyor. Servetinin kaynağının telekomünikasyon şirketleriyle birlikte yürüttüğü yolsuzluk olduğu söyleniyor. Buradaki karşılaştırma basitçe Meksika Devlet Başkanı ile Mark Zuckerberg arasındaki farka işaret ediyor. Biri yolsuzlukla zengin olurken diğeri inovasyonla zengin oluyor. Acemoğlu bunun sebebinin, Meksika’da zayıf devlete dayanan hukuksuzluk olduğunu söylerken ABD’de fikri mülkiyet haklarının gelişmiş olmasına dayandırıyor. Yani inovasyon ancak fikri mülkiyet haklarının korunduğu güçlü bir hukuk sistemiyle mümkün. Bu tarihsel okumalar iktisadi alan ile iktisadi olmayan alanın kabaca birbirinden ayrılmasından kaynaklanıyor ya da siyasal alan ile siyasal olmayan alanın. Peki bu iktisat anlayışı nelerden bahsediyor, nelerden bahsetmiyor? Acemoğlu liberal iktisadın mitlerini sürdürüyor; özel mülkiyet, girişimcilik ve kalkınma gibi. Mülkiyetin her biçimi (fikri mülkiyet özellikle vurgulanıyor) kutsallaştırılıp, bu ekonomik mitler çerçevesinde kalkınmanın motivasyonu, dinamiği olarak görülüyor. Peki bu mitler ya da aslında maskeler neyi saklıyor? Elbette sınıf çıkarlarını. Bölüşüm sorunundan önce büyümeyi, sınıflar arasındaki çatışmadan çok sermayeler arasındaki farkları/çatışmaları vurguluyor. Mülkiyet sahibi sınıflar ile mülksüzler arasındaki çatışma tarih okumasında yok sayılıyor. Acemoğlu ünlü alt yapı-üst yapı tartışmasında liberal bir üst yapı savunuculuğu yapıyor, onun tarihinde mülkiyetin tarihi anlamsızlaşıyor. Sanki üst yapı kurumları hep var, sınıflar hep var olacak ve konu yalnızca seçkinler arasındaki çatışmalardan ibaret. Sömürgeleşmenin sebepleri yalnızca sömürge ülkelerin iç dinamiklerindeki problemler olarak ele alınıyor. Oysa gelişmiş devletlerin bu bölgelerden kaynaklarla kendilerini inşa ettikleri bu tarih okumasında pek de üzerinde durulmayan bir mesele.

Bir başka mesele de “Batı dünyasının” çok demokratik, çok refah olduğu fikri. Bu gerçekten doğru mu? ABD’de daha geçenlerde Beyaz Saray sağcı gruplar tarafından saldırıya uğradı. Bununla beraber Trump seçimlerin hileli olduğunu vurguladı. Yine Trump’ın sosyal medya hesapları Twitter tarafından ırkçılık, saldırganlık ifadeleri dolayısıyla engellendi. Bunlar ciddi demokrasi sorunları değil mi? ABD’de seçimlere katılım oranları oldukça zayıf değil mi? Bu konu yalnızca sivil toplumun gelişmişliği ile açıklanabilir mi? Yoksulluk ise ABD’de çok geniş nüfusları etkilemiyor mu? ABD kent manzaralarında binlerce evsizi görmüyor muyuz?  2008 Morgage krizini düzenbaz Wall Street Piyasaları tetiklemedi mi? Bugün, ABD’nin ya da Batı’nın örnek ülkeler, örnek demokrasiler olarak sunulmasının gerçekten tartışılması gerekiyor. Fakat bu onların elinde oyuncak olan iktidarların diliyle olmamalı. Onlar bir yandan Batı karşıtı görünürlerken, öbür yandan, emperyalistlerin bölge siyasetlerine ekleniyor, kamusal varlıkları onlara satmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla “başka bir hayat mümkün” tahayyülünü diriltmek; batı karşıtlığı gibi bir kavramı literatürden çıkartıp, iyi kapitalizm, kötü kapitalizm ayrımı da yapmadan, kapitalizmin tümden eleştirisiyle mümkün olabilir. Slogan da attığımıza göre, Acemoğlu neler demiş Konferans’ta ona bakalım.

Konuşmasının birçok yerinde “büyüme” demiş. Kalkınma fikri literatürde eskitildi, sanırım ondan. Türkiye’de son on yılda düşük kaliteli büyüme gerçekleşiyor, tüm yatırımlar inşaat sektörüne yapılıyor, yani yatırımlar yüksel teknoloji ürünlerine yapılacak olsa büyüme “yüksek kaliteli” olacak.  Peki ne dememiş? Yüksek kaliteli ürünlerin patentlerini üretecek ne eğitim yatırımları ne de sanayi yatırımları AKP’nin ilk on yılında yapılmış mı, onu dememiş. Ya da yüksek teknoloji ve patent üreten “emperyalist” ülkeler bize bunu yedirir mi, onu dememiş. Kırk yıldır bize araba gibi ikinci tür sanayi ürünleri ürettiren Batı’dan, IMF gibi bağımlılık ilişkisi geliştirdiğimiz yapılardan bağımsızlaşmadan bu mümkün olur mu, sormamış. Yeteneklerin üretkenliği, kaynakların yeteneklere göre dağılması demiş. Fakat sormamış, yoksul halk çocuklarının sınıf atlamasına yetecek kadar Türkiye’de demokratik eğitim var mı diye. Bu çok büyük bir problem değil ne de olsa, büyüyelim gerisi gelir! Yoksulluk sorunu da çözümler hiyerarşisinde 5. sırada geliyor. Beşinci sınıf bir sosyal demokrasi için doğaldır. Para politikasını faiz yükselterek çözdük. Az biraz ÖTV, KDV indirimi, sonra gelen yatırımları TÜSİAD’a basalım, tamamdır! Sonra yoksullara bakarız. Tarihi tepetaklak okuyan bu beşinci sınıf sosyal demokrat, toplumsal uzlaşmacı iktisatçılara karşın, halk tarihi şunu gösteriyor: “tarih sınıf savaşlarının tarihidir”.